9 Nisan 2007 Pazartesi

Solun bağımsız aday hayali-2


Olmayacak duaya amin demek!


Türkiye'de kendisini "sol"da gören ya da sol adına arayışta olanların anlaşılan son gözde tartışma konusu "bağımsız adaylık" oldu. Bunu gündeme getiren ilk isimler Radikal’de yayınladıkları ortak yazıyla Seyfettin Gürsel ve Ahmet İnsel’di. Can Dündar, Rıdvan Akar, Mümtaz'er Türköne gibi bazı gazeteci ve yazarlar da günlük yazılarıyla bu tartışmaya katıldılar. İnsel, geçen hafta Radikal İki’de yayınlanan “Bağımsız sol adaylar Meclis’e” başlıklı yazısıyla önerisinde ısrarcı olduğunu gösterdi.

Radikal İki’nin iki hafta önceki sayısında Gürsel-İnsel ortak önerisine yönelik, adayların belirlenmesi, kampanyanın yürütülmesi, sandıkların denetlenmesi gibi zorluklara işaret eden bir değerlendirme yapmıştım. Açıkçası, böyle bir zorluğun "teknik" ve "siyasal" olmak üzere iki boyutu olduğu düşüncesindeyim. Bu tartışmaları takip edenlerce kolayca anımsanacak olan ve ilk yazımda dile getirdiğim "teknik" zorlukların ayrıntılarını burada tekrarlamayacağım. Kaldı ki, İnsel’in Radikal İki’deki son yazısı da, artık bu tartışmanın özünün "teknik" boyutu aşan bir nitelik kazandığına işaret ediyor.

Belki de böyle olması da yararlı. Çünkü, yaşanan esas sorun solda "partiler arasında ittifak yapmak, birleşme sağlamak, bağımsız adaylarla Meclis’te yer almak" gibi teknik bir ihtiyacı aşan boyut taşıyor.

İnsel’in son yazısına bir bütün olarak bakıldığında da, her ne kadar Meclis’e bağımsız olarak girecek "sol" adayların "Parlamento’da solun sözünü söyleyebilmesine" yol açacağı savunulsa da, yazı içerisinde İnsel’in "gerçek sıkıntısının", "hangi sol, nasıl bir sol" sorusuna derli toplu bir çerçeve çizememek olduğu kolayca anlaşılıyor.

Solun varlığını "seçim barajını aşmak ya da aşamamak" üzerine kurgulamak ve solun yaşadığı tıkanmayı aşabilmek için bağımsız adaylık üzerinden bir denemeye girişmek, bize solun ne derece acz içinde olduğunu ve fikirsel daralmaya uğradığını gösteriyor.

Elbette seçim barajının yüksekliğinden ve demokratik temsiliyet eksikliğinden şikayet edilebilir. Bu, çevre, kadın gibi sorunlar üzerine odaklanmış hareketlerin siyaseten temsiliyetinin sağlanması için çokça anlamlı olabilir; ancak ne kadar yüksek olursa olsun seçim barajının yüksekliğini solun temsiliyetinin önündeki engel olarak görüp "aperatif" çözümler geliştirmeye çalışmak olsa olsa "sol"un topluma önereceği derli toplu bir siyasetinin olmadığının dramatik ispatıdır.

Bir takım olasılıkların altına sığınıp, "sol" sözcüğünü sorunun üzerini örten bir şal gibi kullanarak alacağınız yol, ancak çözüm olacağını sandığınız eylemin gerçekleşeceği ana kadardır.

İnsel’in de özetlediği gibi YDH, ÖDP, YTP gibi parti girişimleriyle sol adına yaşanan ve yaşatılan hüsranın bir benzerinin bu kez isim koymadan ve adına "bağımsız" denerek yeni bir teknik denemeyle aşılabileceğini düşünmek, aynı zamanda bize bu girişimlerin neden hüsranla sonuçlandığının analiz edilemediğini gösteriyor.

Bu başarısızlıklar aynı zamanda bize sol adına düşünen aydınların entelektüel birikimleriyle yarattıkları "kurgusal gerçeklikle", "toplumsal gerçeklik" arasındaki derin uçurumu da işaret ediyor.

Bağımsız adaylık için "solun temel hak ve özgürlükler, iktisadi ve sosyal alanda dayanışma, siyasal ve kültürel alanda eşitlik" gibi sola atfedilen asgari ilkeler platformunda uzlaşma önerilirken, seçim meydanlarına çıkıldığında ortalığı "Kıbrıs’ı sattın mı satmadın mı; AB bizi istiyor mu istemiyor mu, Kuzey Irak’a girelim mi girmeyelim mi; türban serbest bırakılırsa şeriat gelir mi gelmez mi, Halbank satılsın mı satılmasın mı" tartışmaları kapladığında her halde bağımsız adayların seçmenlere söyleyecek bir çift sözü olacaktır; olmalıdır da...

Ancak, İnsel’in yazdığı gibi, “Bağımsız sol adaylardan esas beklenen, bugüne kadar solun söylediklerini tekrarlamak değil, onun ötesinde günümüz Türkiye toplumunun başına bir kabus gibi çöken bu milliyetçi akıl tutulması karşısında güçlü ve kararlı bir duruşu hayata geçirmektir” dediğinizde, bu “güçlü ve kararlı duruşu hayata geçirecek” somut siyasal dilin ne olduğunu ele avuca sığar biçimde göstermeniz gerekir.

Girişimin özünü getirip milliyetçiliğe karşı bir duruş, cehpe oluşturmaya yığdığınızda bence bağımsız adaylık gibi bir uğraş verip Meclis’e girmeye çalışmanın da hiçbir anlamı yok. Bağımsız adaylık için destek çağrısında bulunduğunuz “dernekler, meslek birlikleri ve sendikalarla” bir “sivil platform” oluşturmak daha gerçekçi ve daha sonuç alıcı olabilir. Üstelik salt bağımsız sol adayların üzerine yıkacağınız milliyetçiliğe karşı duruş görevi, “sivil platform” kanalıyla kendisini “sol” sözcüğüyle nitelemeyen, liberal, demokrat gibi daha geniş kitlelerden bulacağı destekle daha etkin yerine getirmek de pek ala mümkündür.

Siyasal bir proje ürüterek toplumun karşısına çıkma iddiasını bir kenara bırakarak, arttığı düşünülen milliyetçilikten duyulan kaygıyla büzüşen bir siyasal odaklanmayla çıkılacak yolun sonunda böyle bir girişimin “yeni bir sol platformun doğuşuna ebelik yapmasını” beklemek inandırıcılığa sahip dayanaklardan yoksundur.

Parlamento’ya 5,10,15 kişiyi bağımsız olarak seçip göndermenin ve isimlerinin önüne "İstanbul Milletvekili, İzmir Milletvekili" gibi sıfatları eklemenin sol adına ne tür bir yenilik yaratacağı, ön açacağı da tam bir muammadır. İnsel’inde anlaşılan bu konuda net bir görüşü yok ki, "İleride yeni bir sol hareket oluşacaksa, hiç olmazsa ondan önce ortalığın süpürülmesine yarayacaktır" diyor. Bu süpürme işlemini bir zor kullanarak değil de, sol adına üretilecek politikalarla gerçekleşeceği varsayıldığına göre, bunun Meclis’e girmeden önce yapılmasının önündeki engelin ne olduğunun yanıtlanması gerekir. Ya da Meclis’e bağımsız adayların girmesiyle bir anda sihirli bir el değmişçesine “işte gerçek sol bu” dedirtecek politikaların halkın gündemine getirileceğinin bugünden somut işaretleri nelerdir?

Bugün sol yelpaze içinde anılan, SHP, DSP ve 10 Aralık Hareketi’nin ittifak görüşmeleri içerisinde kendini ele veren tartışmalara bakmak bile, solun içinde bulunduğu halin bir türlü çıkışın bulunamadığı labirentin içinde dolaşmaya benzediğini göstermeye yeterlidir. Kapı aralarından dışarıya sızan “Kürt sorunu mu desek, Güneydoğu meselesi mi” sözleriyle terennüm eden bu ayrışmada gözüktüğü gibi dirsek teması mesafede duranları, bağımsız adaylık tanımlamasıyla özünde yeni bir özgün ittifak zeminine çağırdığınızda nasıl olacak da aynı heyecanları, beklentileri paylaşacak insanlar haline getireceğiniz de bir başka bilmecedir...

Eğer hali hazırda kendisini sola ait görenleri(aday olacaklar ya da seçecek olanları), bu kimliklerinden arınarak ya da yalıtarak, bağımsız adaylık girişimi adına yeni bir tutum içerisine girebileceklerini tasavvur ediyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.

Sol adına bağımsız adayların seçilebileceği yönünde güçlü bir inancı vurgularken, aynı zamanda bu bağımsız adayları destekleyebilecek olan tabanı oluşturan kesimlerin "sol ve solcu olmak" konusundaki derin bunalımıyla bu sürecin nasıl olgunlaştırılıp geliştirileceği büyük bir soru işaretidir.

Bağımsız adaylık için yola çıkıldığında "merkezi ve yerel girişim komitelerinin" atacağı ilk adımdan itibaren bu karmaşa gelip sizi bulacaktır.

En ırkçı tavırlar sergiyenlerin bunu komünist kimlikle yaptığı, sosyal demokrat olduğu sanılanların ülkenin çimentosunun milliyetçilik olduğunu ilan ettiği, demokratik solcu olarak kendisine yer tutanların "Hepimiz Ermeniyiz" diye seslenince tüylerinin diken diken olduğu, solculuğun yalnızca Kemalist olmaktan ya da Kürt hareketinin peşine takılmaktan geçtiğinin sanıldığı bir siyasal realite ortamında, siz ne kadar "solun belli başlı ilkelerini içeren siyasal platform oluşturmaya" çalışırsanız çalışın, karşılaşacağınız ilk Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, türban sorunu, asker-sivil ilişkisi hatta özelleştirmeler gibi alt temalar gündeme alındığında bağımsız adaylık için size yaklaşanların nasıl bir anda kaçıştıklarına tanık olacaksınız.

Her şeyi bir şal gibi örten sol sözcüğünün altına sığınarak harcanacak onca emek ve enerjinin ardından, "olsun, güzel bir denemeydi" diyebilecek kadar geniş bir hoşgörüye sahip değilseniz, geriye size 1995 YDH’sının, 1999 ÖDP’sinin yarattığı derin hayal kırıklığının bir benzerinden başka bir şey kalmayacak.

Burada, İnsel’in yazısıyla da aktarılan ve dikkatlerden kaçmaması gereken bir başka önemli noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim. Yanılınan noktalardan birisi de “seçim sisteminin solun marjinalleşmesine” yol açtığına yönelik inanıştır. Bu da, tarihi yüzleşmeden kaçınanların kendi güçsüzlüklerine yönelik geliştirdikleri savunma mekanizmasından başka bir şey değildir. Solu marjinalleştiren özünde siyaseten kurumasıdır. Esas baraj yasa maddelerinde yer alan rakamda değil, sol adına düşünen, siyaset yapanların bir türlü aşmayı başaramadıkları zihin ve ruh dünyasının içindedir. Türkiye toplumunu, değerlerini, geçmişini, geleceğini iyi kavrayamayan, beklentilerini karşılayamayan, yurttaşların gündelik yaşamının içine giremeyen, onlarla temas edemeyen, birlikte bir yürüyüşe çıkamayan, tüm enerjisini entelektüel idealizminden alan ve bunu bir türlü aşamayan donuklaşmış yapının içindedir baraj.

Ne bağımsız adaylık konusunda girişim başlatmak isteyenleri karamsarlığa sevk etmek ve cesaretini kırmak gibi bir derdim var, ne de "kesinlikle bu girişim boş bir girişimdir" gibi bir iddiam... İtiraz ettiğim bu öneriyi ortaya atanların fikri arka planındaki solun yaşadığı tıkanıklığı seçilecek 3-5 bağımsız aday vasıtasıyla aşalabileceği yönündeki beklentileridir.

Çözüm, tıkanmayı aşamamamın psikolojik yükünü ara formüller üzerine yıkarak değil, behemehal sol adına ve Türkiye toplumunun sorunları üzerine somut çözüm önerileri geliştirmek ve vakit geçirmeden bunları halkla paylaşmaktan geçiyor.

Toplumu ikna edecek tutarlılıkta ve yeterlilikte bir siyasal program ortaya konulamadan, solu elle dokunur, gözle görünür, soluk alıp verilir bir hale getirmeden ve seçmenleri siyaseten ikna edecek bu programı taşıyacak coşkulu kadrolara ulaşılamadan başvurulacak her türlü deneme başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

Sol adına hali hazırda partiler ve hareketler olsa dahi, mevcut halleriyle toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir siyasal program ve organizasyon ortaya çıkaramamışlarsa bir an önce yeni bir siyasi yapı oluşturmak için harekete geçmek gerekir. Sol adına görünür, 3, 5 10 parti ve grubun olması ne solun dağınıklığına işarettir, ne de bu partilerin matematik toplamının solu yaratmaya yeteceği garantidir. İsterse sol adına kurulacak 15. parti olsun; hiç önemli değil. Toplum, aidiyetlik kuracağı siyasal hareketi yakaladığı an her türlü barajı yıkarak akın edecektir.

Tüm bunların ardından insan sormadan edemiyor: Acaba, olası başarısızlıkları çok yüksek olan girişimleri bugünden işaret etmek mi, yoksa şimdiden “olmayacak duaya amin demek” mi dayatılan kadere teslim olmak?

21 Mart 2007 Çarşamba

Solun bağımsız aday hayali

(Bu yazı Radikal İki'nin 25.03.2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır)


Radikal Gazetesi’nde Seyfettin Gürsel ile Ahmet İnsel’in yayınladığı ortak yazıda solun Meclis’te temsilini sağlayabilmek için bağımsız adaylarla seçime girilebileceği savunuldu. Yazıda buna yönelik çeşitli analizlere yer verildi. Seçim bölgelerine göre kaç seçmenle milletvekilliği çıkarılabileceği üzerine bazı senaryolar tartışıldı.

Teknik bir analiz niteliğindeki bu yazının çizdiği çerçeveye bakılacak olursa, evet, bağımsız adaylıkla seçim barajı engeline takılmadan milletvekili çıkarmak mümkün. Belki az sayıda ama yine de çıkarmak mümkün.

Ama çok zor. Kanımca, kayda değer bir sonuç almak neredeyse imkansız. Şimdi bunun nedenlerini tartışmaya çalışacağım.

Diyelim ki, bağımsız adaylık konusunda bir heyecan oluştu ve seçime doğru bağımsız adaylık için harekete geçildi. Bu bağımsız adayları kim belirleyecek ve nasıl belirlenecek? Öyle ya, bağımsız adayların alabileceği oy toplamı aşağı yukarı tahmin edilebildiğine göre, makul ve seçim bölgelerine göre hedeflenmiş adaylarla seçime girilmesi gerekir.

Dolayısıyla aday isimlerinin belirlenmesi aşamasında karmaşa yaşanacak. Bugün bağımsız adaylık konusunda heyecanlı davranan ve hararetle savunanlar, bu aşamada “benim adayım” bağımsız olsun diyerek diretmeye başlayacak. Bugün kendisini sol, sosyal demokrat, sosyalist olarak nitelendiren kişiler, gruplar ve topluluklar, siyasal düşünce ve hedeflerinin merkezine kendilerini oturttukları için uzlaşı noktasında zorlanacaklar. Solun “gerçek” temsilcisi olarak kendilerini gördükleri için önerilecek başkaca isimleri “solu temsil etmedikleri” gerekçesiyle reddedecekler. Başlangıçta heyecanla savunulan bağımsız adaylık fikri, bu kez ayrışma ve bu fikirden kaçışla sonuçlanacak. Ya bağımsız adaylıktan vazgeçilecek, ya da daha katı olanlar kendi bağımsız adaylarını ilan ederek, “ötekilerin” kendi adaylarına biat etmesini bekleyecek. Sonuç: Her seçim bölgesinde onlarca bağımsız adayın seçime katıldığı bir seçim yarışı yaşanacak... Bu birinci hüsran tablosu olacak...

İkincisine geçelim...

Her ne kadar bağımsız adaylık konusunda uzlaşı sağlansa dahi, birleşik oy pusulasına dahil olarak seçime katılacak her sol partinin varlığı bu bağımsız aday hareketini baltalayacak. Parti tabanlarından bağımsız adaylara yönelik destekler gelse ve bu yönde bir sempati oluşsa dahi, parti genel merkezlerinin izleyeceği strateji önem kazanacak. Parti olarak seçime girerek barajı aşamayacağını bilmenin derin ızdırabıyla, bağımsız adaylarla az da olsa Meclis’e girebilecek olmanın heyecanı arasında kalınacak. Ne kadar üstü örtülü biçimde bağımsız adaylara destek verilse de seçim günü partinin ismi ve logosu birleşik oy pusulasında yer aldığında seçmen çelişki yaşayacak. Kimi parti taraftarlarının eli bağımsız adayın pusulasına gitmeyecek ve mührü sempatizanı olduğu partinin altına basıp çıkacak.

Gelelim üçüncüsüne...

Bağımsız adayları desteklemesi olası olan bir kitle de DTP tabanı... Ve bu parti son olağanüstü kongrede aldığı kararla büyük bir sürpriz olmazsa kendi bağımsız adaylarıyla seçime girecek. Bu tercihle DTP’nin Doğu ve Güneydoğu illerinde 20-30 dolayında milletvekili çıkarabileceği konuşuluyor. DTP, batı illerinde ve büyükşehirler de nasıl bir tercihte bulunacak? Buralarda da kendi bağımsız adaylarını mı çıkaracak, yoksa sol adına gösterilecek bağımsız adayları mı destekleyecek? Hadi sol adına gösterilen bağımsız adayları destekleme kararı aldı, bu kez olasıdır ki birden fazla olacak olan hangi sol bağımsız adayı destekleyecek?

Karamsarlığınızın arttığının farkındayım...

Şimdi sırada dördüncüsü...

Bağımsız adaylarla da olsa bir seçime girildiğine göre, bir kampanya yürütmek gerekecek. Kampanya ise para ve organizasyon demek. Bağımsız adayların bu kampanyalarını finanse etmek için nasıl para toplanacak? Diyelim paralar da toplanabiliyor, organizasyon nasıl gerçekleştirilecek? Bunların yanı sıra, bağımsız olarak ve sol adına da olsa kampanya boyunca destek istenen kesimlere yönelik bir bağımsız siyasal program, öneri, artık adına ne denirse bir söylem geliştirmek gerekecek. Bu söylem, bir umut, gelecek vaadeden bir öneri mi olacak, yoksa CHP’yi, Baykal’ı eleştiren bir dil mi olacak? Birden fazla bağımsız adayların seçime girmesi durumunda, birbirleri lehine çekilmedikleri için bu kez kampanya süresince bu bağımsız adaylar esas yarışmaları gereken partileri bir kenara bırakarak birbirlerini suçlama başlayacak. “Solcular” bir kez daha topluma “bakın solcular işte bunlar” mesajı taşıyacak ve bağımsız adaylara sempatiyle yaklaşabilecek seçmen de uzaklaştırılacak.

Beşincisi ise teknik bir gerçeklik...

Seçimde sandıklar nasıl denetlenecek? Her seçim döneminin ardından gazete sayfalarını çöplüklerden toplanan oy pusulası haberleri kapladığına göre Türkiye gibi bir ülkede sandık denetimi çok önemli. Her sandık nasıl denetlenecek? Son yapılan yasa değişikliğiyle bağımsız adayların birleşik oy pusulasının sonunda yer alması kararlaştırıldı. Bu bilinçli(en azından okuma yazma bilen) seçmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde avantajlı bir durum bile yaratabilir. Ancak, haziran ya da eylül gibi aylarda bir erken seçime gidilmesi durumunda, Anayasa gereği bağımsızların pusulaları birleşik oy pusulalarından ayrı olacağı için bu oy pusulaların oy verme yerlerinde denetimi nasıl gerçekleştirilecek? Malum, partiler seçim kurullarına sandık görevlileri tayin ederek bu denetimi önemli ölçüde gerçekleştirebiliyor. Kötü niyetli(bağımsız aday oy pusulalarını saklama) ya da kötü niyetli olmayan (oy verme yerinde yeterli oy pusulasının bulundurulamaması) durumları nasıl kontrol altında tutulacak?

En önemlisini ise en sona sakladım...

Eğer önemli bir simge değilseniz (Mehmet Ağar gibi), şayet arkanıza bir aşiret, tarikat, cemaat gibi sosyolojik toplulukları almamışsanız Türk seçmeni her zaman için bağımsız adaylara mesafeli durmuş ve ciddiye almamıştır. “Bağımsız seçilse ne olacak ki, ne yapabilir ki?” fikriyle zuhur eden bu gerçeklik aynı zamanda seçmenin her zaman için güçlünün yanında yer alma arzusuyla ya da bilinçaltıyla hareket ettiğini onca seçimle bize test ettirmiştir. Önümüzdeki ilk seçimde de bunun yeni bir sağlaması yapılacaktır.

Genel sonuç: Seyfettin Gürsel ve Ahmet İnsel’in önerisi son derece iyi niyetli, ancak kanımca bir niyet olmaktan öteye sonuç doğuramayacak. Açık ki, tüm bu öneriler, solun içinde bulunduğu karamsarlık tablosunu kırmaya yönelik. Benim önerim ise, Türk demokrasi tarihinden yararlanarak, Türkiye toplumunu ve siyasetini iyi analiz ederek, geniş kitleleri ikna edebilecek, heyecan yaratacak bir siyasal programı ortaya çıkarmak; bu yöndeki uğraşlara, girişimlere devam etmek. Gelecek ve umut vaadeden bu siyasal programı taşıyacak yeni kadroları, gençleri, kadınları bu coşkulu projeye katmak. Tek çıkış yolu bu ve bence buna yönelik işaretler toplumun derinliklerinden geliyor. Ben umutluyum...

20 Mart 2007 Salı

Uzanlaşan siyaset

Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, pazar günü Tokat’ta katıldığı partisinin il kongresinde “kesenin ağzını açmış.”

Mumcu, ''İlan ediyorum. Türkiye'deki bütün çiftçi ailelerine, nüfusuna göre her ay maaş biçiminde ödenmek üzere asgari geçim desteği vereceğiz. Bütün Türkiye de duysun. Eğer vermezsem de gelsin yakamdan tutsun, hesap sorsun. Vermeyen namerttir, vereceğiz'' demiş.

Malum, bir süredir Genç Parti de başta televizyonlar olmak üzere yazılı ve görsel medyaya verdiği reklamlarla benzer bir politika izliyor. Cem Uzan’ın fotoğraf ve imzasını taşıyan reklamlarda "Mazotun litresi 1 YTL olacak”, “ÖSS kalkacak”, “İşsize aylık 350 YTL maaş verilecek”, “Ezilenler iktidar olacak” şeklinde halkın doğrudan damarına basan sloganlar kullanılıyor.

Anlaşılan, Mumcu, merkez sağda birlik girişimlerinden ve gazetelere yansıyan anketlerin yarattığı karamsarlıktan çıkış yolunu Genç Partileleşmekte bulmuş. Ne denebilir, kendisine, partisine ve parti içinde kendisine umut bağlamış olanlara hayırlı olsun!

Bu stratejinin partisine bir yararı olur mu? 2002 seçiminde GP’nin topladığı oya bakılırsa bu olasılığın olduğu varsayılabilir. Bunun için bazı gerekçeler var:

1 - Halk hala yılgın biçimde temel sorunlarının çözümünü bekliyor.

2 - İşsizlik hala çok büyük sorun.

3 - İş bulma şansına kavuşmuş olanlar ise ancak açlık sınırında yaşam mücadelesi veriyor.

4 - AKP’nin karşısında halka umut vaadedecek bir siyasal projeye sahip bir alternatif parti hala ortalıkta gözükmüyor.

Ülkenin gerçek sorunları karşısında, gerçek politikalar üretip, bunları halka sunma konusunda vizyon ve cesarete sahip olamayan parti ve liderler için bir çıkış yolu gerekiyor. AKP’den ayrılarak Anavatan’ın liderliğine soyunan Mumcu da, aylar sonra yapılacak genel seçimde kaybolup gideceğinin ayrımına vardığı için çareyi Uzanlanlaşmakta bulduğu anlaşılıyor.

Haliyle Türkiye gibi ekonomik, siyasal ve toplumsal yapısı bu kadar karmaşıklaşmış bir yapıda, popülist, marjinal bir siyasal duruşla toplumun en yoksul ve yoksunlarından destek arayabilirsiniz. Ancak GP’yle aynı alanda at oynatan Mumcu, Uzan gibi sonuca gidemeyebilir. Bunun da gerekçeleri var:

1 - GP’ye destek veren toplum kesimi toplumun en alt kesimlerinde yer alan yüzbinler. Dışlanmışlar ve çok öfkeliler. Uzan'ın mitinglerde, televizyon reklamlarındaki öfkeli konuşmalarıyla bu kesimler kendi öfkelerinin haykırıldığını düşünüyorlar. Şimdi yine Uzan bu öfkenin sesi olmak üzere meydanlara çıkmaya hazır.

2 - Uzan bir kavganın içinde ve taraf. Kavga ettiği kişiler ve kesimler iktidarı, gücü temsil ediyor. Kavgasıyla Uzan, bu iktidar ve güce başkaldırıyor. Toplumun en altındaki kesimler de, bu iktidar ve güce karşı başkaldırmaya hazır ve bunun en görünür ve temas edilebilir temsilcisi olarak Uzan’ı görüyor. Uzan’ı desteklemekle iktidarı ve gücü cezalandıracaklarını düşünüyorlar. En büyük güç olan ABD’yi ve onun bir şirketini(Motorola) dolandırmış olmak bile bu cezalandırma psikolojisi içinde toplumsal karşılık buluyor.

3 - Cem Uzan, şirketlerine el konmuş bir kişi. Yani toplumun gözünde mağdur. Uzan ortalık yerde "mazotu 1 YTL yapacağını", "ÖSS’yi kaldıracağını", "işsize 350 YTL maaş vereceğini" ve “ezilenleri iktidara taşıyacağını” söylerken “üzerine gidilmesi” ve onun şirketlerine el konulması yüzbinlerin kendi mağduriyetleriyle özdeşlik kurmasına neden oluyor.

4 - Genç Parti ve Cem Uzan, yeni, denenmemiş bir parti ve lider.

Bu gerekçeler belki biraz daha uzatılabilir. Ancak ne kadar uzatırsanız uzatın varacağınız ana fikir kanımca şu: Cem Uzan bir imge. Yoksul ve yoksun milyonlar için gerçekliğin ne olduğu önemli değil. Uzan, çizdiği profille bir başkaldırışın imgesi ve Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde de imge şöyle açıklanıyor: Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya.

Şimdi, bu tabloya rağmen, Mumcu, Uzanlaşarak ne elde edebilir?

Eğer Mumcu da toplumun en yoksul ve yoksunlarına seslenmek istiyorsa sorular şunlar: 1 - Mumcu, hangi öfkeyi temsil ediyor? 2 - Mumcu’nun bir kavgası var mı ve hangi tarafı temsil ediyor? 3 - Mumcu’nun toplum nezdinde bir imgesi var mı?

Bu soruların yanıtlarının Mumcu için pek iç açıcı olduğu kanısında değilim. Ne sesini yükselterek, sert sözcükler kullanması bir öfkeye işaret, ne bir kavgası var ne de geniş kitlelerin zihninde özlenen bir şeyi gerçekleştirecek bir imge yaratabilmiş durumda.

Malum, aslı varken sahtesini kim, niye tercih etsin?

“Çiftçilere her ay maaş vereceğim. Vermeyen namarerttir, vereceğiz” diyerek yemin ediyor Mumcu, ama bu çıkışı bir siyasal çırpınıştan öteye gitmiyor; bir etki de yaratmıyor. Eğer ille de Mumcu için de bir imge yaratılacaksa o da “Milletvekili seçildiği ve bakanlığını yaptığı partiye(AKP) ihanet etmiş bir kişi” olabilir. Söylemi de, duruşu da, hal ve hareketleri de, siyaset yolu da, inandırıcı değil.

Nedense, Mumcu’yla ilgili bu satırları yazarken, MHP’yle milliyetçilik yarışına girişen CHP ve lideri Deniz Baykal geldi aklıma. Şimdi, en milliyetçi liderin kendisi olduğunu ispatlama yarışına giren Baykal’ın da seçimlere yakın “herkese maaş” sözü vermesini bekliyorum. Asıl merak ettiğim ise bir adım öne geçip, “herkese ikramiye de dağıtıp dağıtmayacağı.”

Bu haliyle Genç Partileleşen siyaset, bir yönüyle 2002’nin tasfiye artıklarını da işaret ederken, bir yönüyle de siyasal program üretmek yerine içi boş vaat kolaycılığına gömülen partilerin varlığıyla siyasal alandaki boşluğun da ne derece derinleştiğini gösteriyor.

12 Mart 2007 Pazartesi

Halk ittifak değil, iltifat bekliyor

Yeni bir seçimin arifesindeyiz. Her seçim öncesi olduğu gibi sağda ve solda ittifak arayışları, birlik arayışları hızlanmış durumda.

Gazete köşelerinde ittifak kulislerine ilişkin yazılardan geçilmiyor. Kim kiminle hangi otelde buluştu, hangi pazarlıklar gündeme geldi, spekülasyonların ardı arkası kesilmiyor.

Kurulduktan bir yıl sonra tek başına iktidar olmayı başaran AKP’nin en geç 8 ay sonra yapılacak genel seçimin de en büyük favorisinin olduğunun anlaşılması DYP, Anavatan, Bahçeli’nin liderliğindeki MHP’nin keyfini kaçırmış durumda. Açıkçası, bu üç partinin de AKP’ye karşı ciddi bir iktidar alternatifi olma derdinden çok yüzde 10’luk seçim barajını aşma telaşı içinde oldukları gözleniyor. Her ne kadar Süleyman Demirel, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra partiler arasında birlik arayışının hızlanacağını savunsa da, lider hareketi niteliğindeki bu partilerin bir araya gelmesi neredeyse imkansız.

Aslında merkez soldaki tablo da pek farklı değil. Merkez sağa açılımı ve milliyetçilikle ilgili tutumuyla artık sol kimliği ciddi anlamda tartışılan CHP’nin her şeye karşın yeniden Meclis’e gireceği anlaşılıyor. Yüzde 18 mi, yoksa yüzde 12-13’le mi Meclis’e gireceği tartışmalı.

Soldaki öteki partilerin (DSP, SHP, ÖDP) anketlere yansıyan oy oranlarına bakıldığında ise (yüzde 1-3 arasında değişiyor) işlerinin oldukça zor olduğu gözleniyor.

Her ne kadar, CHP’nin ismi de anılsa bugünlerde özellikle merkez sol partiler arasında ittifak arayışları hızlanmış durumda. Eskiden bu tip girişimler “birleşme” arayışı olarak anılırdı. Ancak artık birleşmenin mümkün olmadığını herkes anladı. Birleşme gibi üretilen tabloların da esasında zorla yan yana gelme olduğu anlaşıldı ve inandırıcılığı kamuoyu nezdinde artık kalmadı.

Ankara’da ve öteki illerde şimdi partilerin temsilcileri toplantılar düzenleyerek, ittifak arayışlarını sürdürüyorlar. Tabii, her parti bu arayışlarda kendisini merkeze oturtarak ötekilerinin kendisine uymasını hedeflediği için görüşmeleri bir dertleşme toplantısından öteye geçemiyor.

Özünde, birer lider partisi ve bu liderin çevresinde yer tutanların bir siyasi kariyer arayışında olduğu bu partilerin, “Aldım, verdim, ben seni yendim” kıvamındaki arayışlarının da bir siyasi sonuç doğurması mümkün değil.

Bu partileri bir birinden ayıran temel siyasi farklılıkların neler olduğunu bilmediğimiz gibi, bir ittifak etrafında birleştirecek olan siyasi yakınlığın da neler olduğunu bilmiyoruz. Net bildiğimiz, SHP’nin Murat Karayalçın’ın partisi, DSP’nin Ecevit’lerin partisi olduğudur (Genel Başkanı Zeki Sezer kamuoyunca bilinmiyor bile). Göreceli olarak bir nebze fikri hareket olan ÖDP’nin ise kamuoyuna bir lider taktim etme gibi gayesinin olmadığını gözlüyoruz.

Aslında AKP’nin merkez sağı doldurduğu kabul edilirse, gerçek boşluğun merkez solda yaşandığı açıkça gözleniyor. CHP’nin artık tarihsel ve Deniz Baykal etkenleri nedeniyle bir merkez sol parti olmadığı ve bundan sonra da Baykal’la ya da Baykalsız merkez sol bir parti olamayacağı görülüyor.

Buna karşılık CHP’nin boşalttığı sola talip olması gereken DSP, SHP, ÖDP gibi partiler de aritmetik arayışlarla bir siyasi güç ve siyasi sonuç yaratamazlar. Bu partilerin yaşadıkları siyasi kimlik krizi, toplum karşısında inandırıcılıklarını da zayıflatıyor. Bu nedenle değil bu üç partiyi bir ittifakla yan yana getirmeyi, benzer 33 parti olsa ve bunları ittifakla biraraya getirseniz de sonuç alınamaz.

Kendi lider ve kadrolarının entelektüel birikimlerinden beslenen ve kendi duruşlarının mutlaklığına inanan bu partiler, bir parti olmakla birlikte toplumsal kesimlere yaslanan ve onlarla aidiyetlik bağı kuran birer siyasi hareket değil. Ve bunu başarmak için de bir siyasi programa ve geniş parti kadrolarına, organizasyonuna da sahip değiller. Bu partiler tüm umutlarını ve enerjilerini, liderlerinin yaratacağı siyasi etkiye bağlamış durumdalar.

Bu nedenle, bugün bu yapıda kendisini merkez solda gören 33 parti bile olsa kanımca gerçek bir sol parti kurmak için 34’üncünün arayışına hemen başlanmalıdır. İşin özü bu rakamlarda değil, bu rakamların içini doldurmayı başarmakta.

Öncelikli olarak toplumun karşısına oturarak kendisini bir fikri hareket olarak tanıtma ve buradan bir toplumsal destek arama girişimlerini bir kenara bırakmak gerekiyor. Ülkenin ve toplumun en önemli sorunlarının yanından teğet geçerek siyaset üretilemez. Güvenlik, adalet, işsizlik başta olmak üzere ekonomik sorunlar, eğitim, sağlık, Kürt sorunu, dış politika, Kıbrıs sorunu, din-devlet ilişkileri(laiklik), devlet-yurttaş ilişkileri, yeni anayasa gibi geniş kitlerin temel sorunlarıyla ilgili yeni, güçlü, inandırıcı bir siyasal program ortaya çıkarmadan ve ortaya çıkacak bu siyasal programı heyecanla sahiplenecek coşkulu kadrolara ulaşmadan artık siyaset yapılamaz.

2002 seçimiyle birlikte yeni bir döneme girildi. Özgürlük, adalet ve demokrasi isteminde artık AKP‘nin gerisine düşerek siyaset sahnesinde var olunamaz.

Türkiye’nin 57 yıllık çok partili siyaset tecrübesi artık yeni bir kavşağa gelmiş durumda. Siyasete öncülük edecek kadroların farkına varması gereken en önemli ayraç, halk artık kendisini temsil edecek partileri aramıyor, aynı zamanda bizzat siyaset üretmek, siyasetin içinde yer almak istiyor. Ekonomik sistem içinde varlıklarını her geçen gün hissettiren ve yeni talepleri olan KOBİ’ler; 2001 krizinden sonra şeffaf, kuralları belli bir ekonomik sistem içinde üretime katılmak isteyen büyük sermayenin de demokrasi taleplerini yükseltmeye başlaması; daha örgütlü hareket eden esnaf; giderek organize olan ve büyük firmalarla ekonomik bağ kurmaya başlayan çiftçiler; tüm yetersizliklere rağmen eğitim seviyesi hızla yükselen milyonlarca genç, kozasını yırtan ve yaşamın her alanında yer almak isteyen kadınlar, artık kendileri adına sözler söylenmesini değil, bizzat kendi sözlerini söylemek istiyorlar. Toplum artık bireysel inançlarına saygı gösterilmesini istiyor.

Halk artık korkutulmak istemiyor; kendisine gelecek, umut vaat eden politikaları görmek, onların içinde yer almak ve geleceği bizzat kendisi yaratmak istiyor.

Tüm bunları yok sayarak, “sen benim yanıma gel, ben onunla birlikte olmam” tonundaki ittifak arayışlarıyla siyaseten sonucu gitmek artık imkansız olduğu gibi, bu yöndeki olası uzlaşılarının da toplum nezdinde karşılığı yok. Çünkü toplum, siyaset sahnesine çıkanlardan artık ittifak değil, iltifat bekliyor.

7 Mart 2007 Çarşamba

SİYASAL PARTİ VE ELEŞTİRİ

Türk siyasal yaşamının en önemli sorunlarından birisinin parti içi demokrasinin işlememesi olduğu herkesçe biliniyor. Siyasal partileri kuran lider ve yakınındaki dar kadro, siyasal partinin bütününe yukardan aşağıya doğru “otoriter ve tartışmasız” bir yapı kuruyor.

Kurulan siyasal parti her ne kadar belirli bir zamanda, belirgin bir toplumsal taban ve heyecan üzerine dayanarak siyasi hayatına başlasa da, bu durum partinin demokratik kurallar içerisinde işlemesini ve dayandığı toplumsal tabanı da içine alarak vücut bulmasını sağlamaya yetmiyor.

Liderin ve çevresindeki kadronun “kurucu aklı” ve “siyasal kariyer” beklentisi, ne kadar demokrasi kültüründen uzaksa, o derece toplumsal, siyasal gerçekliği algılamaktan uzaklaşıyor ve ortaya çıkan siyasal hareket ve siyasal organizasyon, ancak liderin ve kadronun kurucu aklının, yani demokrasi kültürünün gücü kadar olabiliyor.

Esasında parti liderinin ve kurucularının toplum karşısına çıkarken güçlü biçimde demokrasi vaadinde de bulunmadıklarını görüyoruz. Kimi zaman yazılı kaynaklar işaret edilerek partinin demokratik tutumunun var olduğunu ispat için tüzüklere ve programlara göndermede bulunulsa da biliyoruz ki, lider ve kadronun kurucu aklı buna izin vermiyor ve bu yazılı kaynakların gündelik siyasal yaşamda hayatiyet kazanmasına izin vermiyor; tasavvurdaki gerçeklik, yaşanan gerçekliğe dönüşmüyor.

Liderin ve kadronun partiye mutlak egemenlik kurma kaygısı ve bu egemenliğini her an kaybedebileceği yönündeki tedirginlik, üye, delege ve parti örgütlerinin temsilcileriyle kurulan parti içi işleyişi otoriter ilişkiye dönüştürüyor. Bu durum, partinin iç işleyişini tam anlamıyla tersyüz ediyor. Yurttaşlardan, parti üyelerinden yani aşağıdan, toplumun bağrından alınan bilgileri yukarıya doğru taşıyarak bir siyasal organizasyon oluşturması gerekirken, lider ve kadro bunu tersine çeviriyor. Lider ve kadro, kendi kanaat, inanç ve değerleriyle oluşturduğu ön kabulleri ve siyasal programı, yukarıdan aşağıya doğru taşıyor ve parti örgütlerinin, temsilcilerinin bu bilgileri topluma taşıması, anlatması isteniyor.

Bu durum ister istemez parti-toplum arasında çatışmalı bir ilişki tarzı doğruyor. Toplum, çeşitli beklenti ve isteklerde bulunurken, siyasal parti, siyasal organizasyonundaki çarpıklık nedeniyle bu beklentileri algılayamıyor; ancak topluma yukarıdan aşağı kendi tasavvurunu ve beklentilerini dayatıyor. Yani toplumun beklentilerini karşılaması gereken lider ve çevresi, bir anlamda öznel beklentilerine göre kendisine toplum yaratmaya çalışıyor. Doğal olarak bu yönde siyasal sonuç alamadıkça lider ve kadronun asabiyesi artıyor ve siyaset içinde etkin bir rolde olma isteği güçlendikçe, demokrasi dışı tutum ve istekleri de buna bağlı olarak hızla artıyor; topluma ve çoğunlukla parti tabanına rağmen bir siyasal güç, pozisyon elde etmeye çabalıyor.

OTERİTENİN LİDERİ, LİDERİN OTERİTESİ…

Eğer bir partiye böylesine bir otoriter yapı egemense, yani toplumdan alınan bilgilerle parti aşağıdan yukarıya doğru inşaa edilmemiş ve hayatiyetini bu yapı üzerinde sürdürmüyorsa, ola ki bir biçimde siyasal iktidarı ele geçirse ve çok güçlü bir parti olarak gözükse ve algılansa dahi o partinin toplumla bir süre sonra çatışma yaşaması engelenemiyor. Çoğunlukla, kendisini iktidara taşıyan tarihsel-dışsal etkenleri dahi göz ardı ederek, iktidarda olmaya yaslanan güçlü inanç ve coşku, kendi varlığı üzerinde düşünmeye engel oluyor. Muhalifleri olarak ortaya çıkan öteki partilerin kendisini aratmayacak otoriter yapıları ve kendisine karşı bir seçenek oluşturacak biçimde toplumla iletişim kuramamaları ve hatta daha büyük zaafiyet içerisinde olmalarından da cesaret alarak iktidar partisi ve temsilcileri giderek toplumla buyurgan bir ilişki kurmaya başlıyor. Lider, bir fenomene dönüştükçe bu buyurganlığın keskinliği daha da artıyor. Toplumsal kesimlerden itiraz sesleri yükselmeye başladığında “Al ananı git”, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyerek, lider, itirazları algılamak kaygısı dahi gütmeden yurttaşları paylamaya başlıyor.

KUTSALLAŞAN LİDER DONUKLAŞAN PARTİ

Özünde lider ve çevresinde gücün sarsılmazlığına ve kendi tasavvurundaki fikir ve değerlerine mutlak inanç, olası farklı çözüm önerilerinin gündeme gelmesini, tartışılmasını da ya engelliyor ya da sınırlıyor. Liderin, parti içinde neredeyse “kutsallaşan” konumu, temel, kritik tercihlerin bizzat liderin ruhsal ve zihinsel yeteneklerine terk edilmesi, çevresindeki kadronun ona mutlak bağlılığını sunması (bir lidere doğum gününde armağan olarak partililerin sadakatlerinin sunulması anımsanmalı) partiyi giderek donuklaştırıyor.

Bir parti ne kadar geniş bir toplum desteğiyle ve coşkuyla iktidara gelirse gelsin ve o parti ne kadar mucizevi çözümleri gündeme getirirse getirsin, siyasal yapı yukarıdan aşağıya inşaa edildiği için lider ve çevresi aynı zamanda mucizevi biçimde değişen toplumunun beklentilerini algılamaya yetişemiyor. Lider ve siyasal kadro aynı kalırken ve aynı inaçlarla yol alırken, buna karşılık aşağıdan yukarıya dinamik bir bilgi akışı olmadığı için toplumun içten içe farklılaştığını kavrayamıyor. Bu farklılaşmayı yukarıya taşıyacak bir parti organizasyonu kurulamadığı için parti-toplum kopukluğu zaman içinde kurumsallaşıyor.

Çoğunlukla parti temsilcilerinin yoğun biçimde köy, mahalle, dernek, kahvehaneleri dolaşması, halka “ne istiyorsunuz, neler bekliyorsunuz?” diye sorması ve sürekli onlarla bedensel temas kurulması da bu kopukluğu engelleyemiyor. Çünkü organik olmayan bu biçimsel ilişki partiyle toplum arasında bir aidiyetlik ilişkisi doğurmuyor. Aidiyetlik ilişkisini doğuran ise, yurttaşın gündelik hayat içerisinde zihin ve ruh uçlarıyla, yani özgür iradesiyle siyasal sisteme katılması ve bu katılımın sonuç doğurduğunu idrak etmesi, içselleştirmesi, bunun sevincini, coşkusunu yaşamasıyla oluyor. Bu da siyaseti etken-edilgen(söyleyen-dinleyen) bir karşılıklı ilişki tarzından çıkararak, birlikte yaratılan bir ilişkiye dönüştürüyor.

Toplumun içinde olan ve arzulanan siyasal bilginin(politikanın) yurttaş ve üyelerle birlikte yaratılması ve esas olan bu bilginin siyasal organizasyon içinde aşağıdan yukarıya doğru yükselmesi, gerektiğinde siyasal temsilcilerin, kadroların da yenilenmesini gerektiriyor. Oysa bu talep en yukarıya, özellikle lidere yaklaştıkça özelde parti içi demokrasinin, genelde ise demokratik bir zihniyetin kalitesini ortaya çıkarıyor. Aşağıdan yükselen toplumun taleplerini karşılamak yerine, lider, bu talepleri bastırmak ve devamında bir daha bu taleplerin gün yüzüne çıkmaması için otoriter bir parti organizasyonu yaratmaya yöneliyor. Bunu sağlamanın en önemli koşullarından birisi ise, parti içindeki iletişim kanallarını ve parti içi enformasyonu denetim altına almaktan geçiyor.

TEK SES TOPLUMU İKNA EDER Mİ?

Bu süreçte, parti içinden farklı bir sesin çıkmaması, farklı bir düşüncenin topluma yansımaması, liderin ve çevre kadronun pozisyonunu zayıflatmaması açısından önemli olduğu kadar, ne yazık ki toplumla kurulan ilişkide partinin güçlülüğüne ispat olarak sunuluyor. Lider kültüyle tamamlanan bu tabloda, toplumla kurulan ilişki temelde etken-edilgen (söyleyen-dinleyen) bir yapıda oluşturulduğu için, duyulan tek ses, tek fikrin toplumu ikna edeceği sanılıyor.

Oysa önemli olanın bir parti içinde çok sayıda düşüncenin ortaya çıkması değil, ortaya çıkan çok sayıdaki görüşün demokratik bir kültür içerisinde tartışılması ve bu tartışmalardan ortak kararlar çıkarılması olduğu unutuluyor, yok sayılıyor. Ancak böyle bir durum politikaların değişmesini sağlayabildiği gibi, bu politikaları temsil edecek kadroların değişmesini de gerekli kılabiliyor. Otoriter bir yapıda kurulmuş bir partide ise böyle bir durum lidere sarsılmaz biçimde bağlı alt kadroları rahatsız ettiği gibi, haliyle bu ara kadroların yerinden oynaması liderin konumunu da bir gün tehlikeye sokabileceği için, farklı düşüncelerden kaçınılması ve bu düşünceleri dile getirecek kişilerin siyaseten var olması mutlaka engellenmesi gerekiyor.

Bu nedenlerle parti içi demokrasinin bu tip siyasal parti yapılarında güçlü bir talep olarak ortaya çıkmasını beklemek bir hayalden öteye geçemiyor. Kendi içerisinde demokratik bir sistemi kuramayan ve demokrasi süreçlerini içselleştiremeyen bir siyasal partinin toplumun demokrasi ihtiyaçlarını karşılamasını beklemek de tam bir komediye dönüşüyor.

MONOLOG SİYASET...

Tüm bu söz yığınlarının ardından durup “o halde bir partiyi demokratik kılacak, parti içi demokrasisini güçlendirecek, toplumla güçlü bağlar kurmasını sağlayacak en önemli özelliği ne olmalıdır”, diye sorulacak olursa, tereddüt etmeden, eleştiri ve eleştiri hakkını ısrarla koruması olduğunun söylenmesi gerekiyor.

Fikri sabitlerine ve dogmalarına bağlı her kişi ve kurum için en korkulan konulardan birisi ortalıkta kendilerini ve yarattıkları yapıları eleştiren birilerinin dolaşıyor olmasıdır. Genelde taban örgütlerinde, üye toplantılarında ve günler süren il ya da genel merkez kurultaylarında parti politikalarını belirlemek yerine lider ve çevre kadronun politikaları belirlemesi ve bunların sıradan üyelerin ve yurttaşların eleşitirilerine kapatılması parti dogmatizminin de en önemli göstergesi oluyor. Bu dogmatizm zaman zaman öyle bir komediye dönüşüyor ki, lider ve çevresindekiler tam bir monolog içerisinde hareket ettiklerini dahi kavrayamıyorlar.

Oysa parti politikaları ve kadrolarında değişimin doğallığının kabullenilmesi ve bu kabulün parti içinde içselleştirilmesi siyasal partinin özgüvenini artırdığı gibi, partinin köklerinin toplumun derinliklerine uzanmasını sağlıyor ve güçlü bir kurumsal yapıyı ortaya çıkarıyor.

Yurttaşın sorun çözmek için siyaseti bir araç olarak görmesi ve bu aracı kullanabilmek için kendisine yakın bulduğu bir partiyle her an temas içinde olabileceğini, eğer isterse bu yapının içinde yer alarak etkin bir rol üstlenebileceğini hissetmesi ve düşünmesi, partinin topluma ait olup olmadığının da aynı zamanda göstergesi oluyor.

Böyle bir durumda partinin her süreci ve kademesinde katılımcı iradeyle içşelleşmiş, sindirilmiş politikalar belirlendiği için, bu politikalar artık salt lider ve çevresindeki kadroya menkul bir politika olmaktan çıkıyor ve partinin toplum karşısındaki meşruiyet zemini güçleniyor.

ELEŞTİRİNİN YARATICILIĞI…

Dolayısıyla siyasal sürecin içerisinde yer almak isteyen her kişi (sıradan parti üyesi ya da lider) eleştirinin yaratıcılığından beslenmeyi bilmelidir. Bir siyasal partinin en önemli varlık nedeninin toplumsal sorunları ve bu sorunların kaynaklarını bulup, çözüm önerileri geliştirmek olduğunu unutmamalıdır. Siyasetçi, toplum karşısında sürekli eleştiren kişi pozisyonundan çıkarak, eleştirileri dinleyen ve analiz eden ve eleştirilerde bulunan toplum kesimleri için çözüm önerileri sunan kişi konumuna geçmeli, bu yönünü güçlendirmelidir. Siyasal partinin temsilcileri yurttaşların özgür eleştiri haklarına saygı göstermeli, hatta eleştirinin yaratıcılığından beslenebilmek için toplum sürekli eleştiri yapmaya yönlendirilmeli, cesaretlendirilmelidir. Siyasetçi, mutlaka tabular yaratılması ve bu tabuların toplum içinde tartışılmasının engellenmesine itiraz etmelidir.

Tabii, bir siyasi partinin de, eleştiri hakkının korunmasına gösterdiği saygı kadar, bu eleştiri mekanizmasını parti organizasyonuna taşımayı başarıp başaramaması da ciddi bir siyasi seçenek olarak toplum karşısına çıkıp çıkamayacağının da işareti oluyor.

4 Mart 2007 Pazar

Türkiye'nin sol yanı yaralı

12 Eylül darbesinin mimarı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, çok satan gazetelerden birisine bir demeç verdi ve sözleri manşete taşındı.

“Türkiye 8 eyalete bölünmeli.”

Bu sözler hemen herkes için şaşırtıcı, bazıları içinse sarsıcı oldu. Her şeyden önce Evren genelkurmay başkanlığı yapmış, “milli birlik ve bütünlüğü sağlayabilmek amacıyla” demokrasiyi askıya alarak darbe yapmış bir kişiydi. Üç yıl süresince Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı’nda bulunmuş, devamında da hazırlattığı anayasasın geçici maddesiyle 7 yıl süresince Cumhurbaşkanı olmuş ve tüm bu halleriyle resmi ideolojinin yaratıcısı ve yayıcısı olmuş bir kişiydi.

Bu resmi ideolojinin en önemli paradigmalarından birisi ise üniter devlet yapısına yönelik tatışılmaz katı tutumdu. Oysa Evren şimdi resmi ideolojiyi sarsan bir söylemle toplum karşısına çıktı.

1989’da başlayan emeklilik günleri ve kendini adadığı nü resimleriyle sivil hayat anlaşılan Evren’in zihin dünyasını da 18 yılda sivilleştirmiş. Herhalde on gün önce birileri Kenan Evren de “bölücülükle” suçlanacak dense kimse inanmazdı. Ama bu da oldu.

Tüm bu olan biten arasında belki de en ironik olanı ise, yaptığı darbeyi Cumhurbaşkanlığıyla taçlandırmış olan emekli bir generalin söylediklerine daha çok “sivil generallerin” içerlemiş olması.

Son birkaç gündür parti kurmaylarının açıklamalarına bakıyorum, Evren’in “densizliğinden, bölücülüğüne, ihtiyarlığından, kendini bilmezliğine ve bölücülüğüne” kadar suçlanmadık sıfat bırakılmadı.

Tüm bunlar yazılıp çizilirken Evren’in iç düyasını ve neler hissettiğini gerçekten merak ediyorum. Etkin görevlerde olduğu dönemlerde eski TCK’daki 141 ve 142 maddeler nedeniyle binlerce kişi düşünceleri nedeniyle yargılanmış ve acılar çekmişken, şimdi kendisi özgürce düşüncelerini açıkladığı için bir mağduriyet, haksızlık duygusu hissediyor mu?

Öyle ya, alt tarafı bir görüş açıkladı. Düşüncesini beğenmeyen, kendisi gibi düşünmeyen, “hayır efendim, Türkiye 8 eyalete bölünmemeli” der, o da karşı düşüncesini açıklar olur biterdi.

Oysa şimdi MHP, CHP, DSP, BBP, Anavatan gibi partilerin sözcülerinin açıklamalarına bakılırsa, darbe yaptığı için yargılanmasını talep edemedikleri Evren, “Türkiye 8 eyalete bölünebilir” dediği için büyük bir kusur, suç işledi ve kimilerine göre de yargılanmalı.

Tabii bu arada, DYP lideri Mehmet Ağarı da unutmamalı. Yine Evren gibi bir dönemlerin resmi ideolojinin en önemli “uygulayıcılarından” birisi olan Ağar’ın parti lideri kimliğiyle bu kez, “Evren’in önerisine katılmıyorum ama bunların tartışılmasından sakınca görmüyorum” demesi de, PKK’lıları “düz ovada siyaset yapmaya” çağırması kadar şaşırtıcı, ama ikisini yanyana koyunca da bir o kadar tutarlı bir tavır oldu.

Söz şaşkınlıktan açılmışken, Evren, Ağar gibi isimler resmi ideoloji dışına çıkarak yeni önerilerle toplumun karşısına çıkarken, Evren'e karşı başlattıkları tepki yarışında CHP, DSP gibi sol oldukları konusunda haklarında rivayet olunan partilerin solculuklarından artık eser kalmadığını şaşkınlığa yer bırakmayacak şekilde göstermeleri önemli bir gelişme oldu. Hakaret ve şiddet içermediği sürece insanların özgürce düşüncelerini açıklamasının demokrasinin ve sosyal demokrasinin en önemli duruşlarından birisi olduğunu artık hafızasından ve geleneğinden çıkarmış bir partinin, bunları savunmayı önemsemeyen bir MHP, bir BBP’den ayırıcı özelliği artık nedir?

Aynı fikirsel hat ve neredeyse aynı cümle kalıplarıyla Kenan Evren’i eleştiren MHP, CHP, DSP ve BBP’yi birbirinden ayıran nedir ve neden bu partiler artık birer ayrı partidir?

Buradan yeni bir soruya da geçilebilir: Özgür düşünceden insanlar, partiler niye korkar? Belli fikirleri, konuları tabu haline getirmek, insanların, toplumsal grupların düşünmesini ya da belli fikirleri bağrında taşımasını engeller mi?

Yeni bir soru daha: Sorunları aşmanın en kolay ve kestirme yolu düşünceyi sınırlamak ve baskı altına almakla mı mümkündür, yoksa özgür bir ortamda tartışarak, sorunu ve sorusu olanların tümünü ikna etmek mi çıkış yoludur?

Ve tüm bu soruların ortak yanıtı ise gerçek bir sol ve tam demokrasidir. Türkiye’nin sol tarafı ise bugün büyük bir ağrı ve sızı içindedir. Yoksun ve yoksul geniş kitlelerin sorunlarına paydaş olacak, onlarla birlikte yürüyecek ve özgürce düşünen yurttaşlarıyla mutlu bir gelecek yaratacak gerçek bir sol, sosyal demokrat partiye bugün acil bir gereksinim var. Türk tarihi ve Türk toplumu da bu doğumu gerçekleştirmek üzeredir…

4 Şubat 2007 Pazar

SÖZLERİNİZ ÇOK ÇİRKİN!

“Bu kullandığınız ifadeler çok çirkin.”

Başbakan Erdoğan, partisinin MKYK Üyesi Ayşe Böhürleri böyle azarlamış.

Peki ne demiş, parti yöneticisi Böhürler:

“Biz daha fazla demokrasi ve özgürlükler için buradayız. Ama son söylemlerinizde milliyetçiliğe daha çok kaçıyorsunuz.”

Erdoğan ne yanıt veriyor: Sözleriniz çok çirkin!

Çirkin olan ne, ‘özgürlükleri savunmak yerine milliyetçilik söylemini kullanmakla’ eleştirilmek.

Peki bu sözü söylemek yerine ne yapmalıydı Böhürler? Tabii ki parti içindeki birçokları gibi, “padişahım çok yaşa, liderimiz çok yaşa” fikri ve duygularıyla itaatkarlığında kusur etmemeliydi. Bunu başaramıyorsa en azından susma ‘erdemini’ göstermeliydi. Liderinden zaman zaman farklı düşünse de susmalıydı.

Oysa Böhürler konuştu: Söylemleriniz çok milliyetçi, dedi.

Yanıt: İfadeniz çirkin!

Biz de böyledir işte; lider, şahsında en doğru aklı temsil ettiğini kabul ettiği ve kabul ettirmek istediği için parti içinden ve dışından eleştiriye tahammül edemez. Eğer o bir liderse, partililer, hele üst düzey bir parti yöneticisi, liderini övmeliydi. Ne de olsa O’nu seçerek o göreve atayan da kendisiydi.

Bizim siyasal kültürümüzde lider eleştirilmez. Lidere “yanlış bir şeyler yapıyorsunuz” demek, O’nun mutlak otorite ve gücünü yapılan bir saldırı olarak algılanır.

Partinin mutlak kurucu ve ‘müteahhiti’dir lider. Kamuoyuna yansıyacak şekilde liderin hal ve hareketlerinin eleştirilmesi, lideri ve partiyi zayıflatıcı bir unsur olarak algılanır. Lidere yönelik eleştirilerin olası doğruluğu ya da yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan bir eleştirinin kamuoyuyla paylaşılmasıdır, parti içinde liderin eleştirilebilir bir kişi olarak ön plana çıkarılmasıdır.

Genel olarak Türkiye’deki siyasal sisteme ve siyasal partilere bakıldığında bu tablo aynı özellikler gösterir. Yani partilerin sağda ya da solda olduğunu söylemesi kurdukları siyasi örgütlerin yapısını ve lider kültünü değiştirmez.

AKP, CHP, MHP, DYP ve diğerleri… Hepsinde mutlak liderin hakimiyeti vardır. Bu yalnızca tüm parti organizasyonu üzerinde mutlak söz sahibi kişi anlamında değil, aynı zamanda partinin politikalarının belirlenmesine de “teşmil” edilir

Siyasal parti bir bütün olarak tüm organizmasıyla, parti teşkilatları ve parti üyelerinin tümünün fikir ve duygularının katılımıyla siyaset üretmez. Lider ve hegomanyası altındaki kadroların ürettiği söz ve eylemleri, donuk bir biçimde tekrarlama ya da tartışmasız biçimde kabullenme mekanizmasıdır bugünkü siyasal parti yapıları.

Haliyle en yenilikçi, en heyecan verici partiler bile bir iki yıl içerisinde, en altından başlayarak sönükleşir, heyecanını kaybeder. Çünkü yaşam dinamiktir ve yurttaşların beklentileri canlılığını korur. Oysa toplumda heyecan dalgası yaratan liderin fikirleri, iktidarla taçlandıktan sonra donuklaşmaya başlar. İktidara taşındığına göre zaten doğruyu keşfetmiştir lider ve toplumun karşısına parti organizasyonunun bu fikri sabiti tekrarlayarak çıkmasını ister.

Toplum, yaşamın dinamizmi içerisinde sürekli yeni bir bilgi, duygu üretip her daim değişim yaşarken, lider, iktidarı koruma ve kullanma iştahıyla toplumun bağrından uzaklaşır. O’nu bu bağıra yakın tutacak olan partinin en sıradan üyesinden başlayarak, örgütlerdeki temsilcilerinin dinamik politika üretmesine ve üretilen bu politikaların parti tavanına ulaşmasına izin vermez. Olsa olsa ancak parti liderinin yukardan aşağıya gelecek direktiflerini beklemelidir parti üyeleri.

Bu gerçeklik bir süre sonra milletvekilinden, il, ilçe, belde başkanına ve yönetim kurulları üyelerine kadar açık ve net bir mesaja dönüşür. Artık parti içinde, hatta siyasette kalmanın ön koşuludur bu. Haliyle parti alt kadroları bir toplumsal sorunun varlığını işaret etmek ya da parti üst yönetimine o sorunun farklı bir takım yollarla da çözülebileceğini göstermek istemez. Olası bir aykırılığında karşına “parti disiplin kurulu”nun çıkması olasılığı güçlüdür. Aslında bunu “lidere itaati sağlama kurulu” olarak algılamak gerekir. Önce bir kulak çekme operasyonu yaşanır. Bu yetmezse ihraç devreye girer. Ve parti içine net mesaj verir: Susun ve itaat edin.

AKP Milletvekilleri Mahmut Koçak ve Fuat Geçen örneğinde olduğu gibi kulak çekilmekle mesaj alınmazsa gereken yapılır.

Ayşe Böhürler ne dedi: Aşırı milliyetçiliğe kaçıyorsunuz. Erdoğan ne yaptı: Sözleriniz çok çirkin, dedi. Yani kulak çekti ve ilk mesajı verdi. Böhürler, MKYK üyesi olduğu halde özgürce düşüncelerini açıklamayı sürdürüse biliyor ki, sonunda partiden ihraç var. Eğer doğrudan ihraç olmazsa artık farkına varır ki, yeniden parti yönetimine giremeyecek, bir daha milletvekili olma şansını kaybedecek.

Lideri eleştirenin siyaseten etkin üyesi olması, ülkesiyle ilgili uzun süredir çalışıyor olması, parti üyeleri ya da yurttaşlarla sürekli bir araya gelmesi ve kafa yorması önemli değildir. Liderin fikri sabitini zorladığı için artık şansı yoktur.

Oysa lider, demokrasi süreçlerinin sonunda lider olsaydı bu durum farklı olabilirdi. Eleştirmeyi de, eleştirilmeyi de sindirebilir, hatta eleştirilerden yararlanma erdemini ve olgunluğunu gösterebilirdi.

Haliyle, bugün Türk siyaseti tıkanmışsa bu tıkanıklığın önemli noktalarından birisi siyaseti algılama ve inşaa etmekteki bu temel yanlışlıktır. Parti ve toplum için lider önemli bir siyasal figür olmakla birlikte, lideri organik süreçlerin doğurması ve yaşatması gerekir. Aksi halde Deniz Baykal örneğinde olduğu gibi liderle halk arasında asabiyesi yüksek ve halka rağmen siyaset üretme mekanizması ortaya çıkar.

O halde, yeni bir siyaset oluşacaksa bu siyasetin, yeni bir siyasetçiyi, yeni bir siyasal organizasyonu meşru bir zeminde yeniden yaratması gerekir. Asla iktidar hırsıyla yanıp tutuşmadan, asla her sorunun çözümü için iktidar vuslatına ermeyi beklemeden, ama mutlaka gündelik hayatta halkla iç içe, her daim yurttaşların yanında, mahallelerinde, köylerinde, kentlerinde, her yerde onların sorunlarıyla ilgilenerek siyaset yeniden yeniden yaratılmalıdır.